hesabın var mı? giriş yap

  • "insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
    ....
    hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar.
    ...
    muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu"

  • koreli dayı bu bölüm mahsun kırmızıgül'e selam falan değil bayağı çakmıştır..

    -kızım bir film izlemiş çok duygulanmış, aldı beni huzur evinden buraya getirdi. orada her şey ayağıma geliyordu, burada her haltı ben yapıyorum..

  • hafıza ustaları.

    örneğin elektrik mühendislerinin dehası nicola tesla, hayatı boyunca çok az şeyi not etmiştir. fotoğrafik hafızaya sahip tesla, laboratuvarı 1885 yılında yandıktan sonra bir çok çalışmasını tekrar oluşturup kaldığı yerden devam edebilmiştir.

    bir başka manyak ise amerika'nın 26. başkanı theodore roosevelt. bir günde bir kaç kitap okuyup en ufak detayları dahi hatırlayabilmekteymiş haspam. 2 farklı sekreterine farklı iki konu üzerine rapor yazdırırken aynı zamanda hiç duraksamadan kitap okuyabilen bir adammış.

    ünlü piyanist ve besteci sergei rachmaninov ise notaları çok çok kısa süre içerisinde ezberine alabilme yeteneğine sahipti. çok karmaşık notaları belki de normal bir insanın ayları bulacak ezberleme süresi rachmaninov için sadece bir kaç günle sınırlı idi.

    bir başkası ise hepimizin bildiği kim peek. tanıdık gelmedi mi? dustin hoffman desem? yağmur adam desem? evet o filme esin kaynağı olan kişidir peek. öyle bir hafıza yeteneği vardı ki, hayatı boyunca okuduğu 9 binden fazla kitabı ezbere bilmekte idi. üstelik bu kitapları aynı anda iki sayfayı okurken ezberlerdi. birini sol gözü diğerini sağ gözü ile desem" yoh artık!" dersiniz ama gerçek bu.(ben de dedim. o ne lan bukalemun gibi?)

    400 yılı aşkın süreden bu yana italyan olmayan ilk papa olan polonyalı papa 2. john paul( evet ağca'nın vurmaya çalıştığı) ise yarı fotoğrafik hafızaya sahipti. küçümsemeyin, 21 dil ve 100 kadar lehçeyi bilmek kolay değil. yarı marı idare edecen artık.

    filipinlerin tartışmalı başkanlarından ferdinand marcos ise daha değişik. sayfalarca uzunluktaki yazıları, konuşmaları hafızaya almak konusunda uzman birisi. 1935 yılında yazılan filipinler anayasasını düz veya tersten harfi harfine duraksamadan ezbere okuyabilmekte ve saatler sürecek bir konuşmasının metinlerini sadece bir defa göz gezdirerek ezberleyebilmekte idi. neye yaradı? öldü gitti o da.

    bir de gezegende sadece 12 kişide olan bir özellik olan hipertimezi yani "ultra mega über süpersonik otobiyografik hafıza" sahibi insanlar var. misal bunlardan birisi marilu henner, hayatındaki her detayı, günü saati dakikasına kadar hatırlayan ve hala normal boyutlarda bir kafaya sahip olan birisi. ben de bu özellik olsa herhalde bedenimden büyük kafam olurdu, kan lazım kan o kadar çalışan beyine!

    ha bir de 25 bin kişilik ordusundaki herkesi birebir tanıyan julius caesar var. böyle komutan düşman başına mı desem ne desem
    - şş sezar geliyo lan. dikkaaaat!
    - hey sen! gonyalının yanındaki. hey alex sana diyorum. sakal yakışmamış, bıyık daha iyi duruyordu sende, hemen kez sakali!
    -?!!
    - gonyalı. kaç kere diyeceğim sana, ivan ile takılma, adam hırhız ruhlu. benden söylemesi.
    - ?!!

    ve geldik bu hafıza olaylarının ağababasına. pek adını duymamış olabilirsiniz ama napoleon bonaparte sayısız rakam, insan, harita, detay ve askeri hareketleri mükemmele yakın hatırlamasıyla meşhurdu. bu özelliğini düşmanının sonraki hamlelerini tahmin etme ve bu ihtimaller üzerinden çok karışık, detaylı ve hızlı bir şekilde strateji ve emirler geliştirme yolunda başarı ile kullanmıştır.

    ben daha bu entride ilk yazdığım adamı hatırlamıyorum adamlara bak amk! hah ilk yazdığım adam tesla imiş, yukarı baktım. tesla iyidir, candır.

    ediyşın: candyline'e uyarı için teşekkür.
    400 yıldan bu yana ilk italyan olmayan papa olarak düzelttim papayı(cümleye bak amk!

  • bu bilgi aslında herkesin tahmin ettiği bir gerçeğin bilimsel açıklaması şeklinde;

    hiçbir elektronik cihazı yanınıza almadan doğada geçireceğiniz 1 haftalık süre sonunda vücudununuzun biyolojik saatine adeta reset atılıyormuş. (bkz: melatonin) hormonu gün doğumu ve gün batımı zamanlarına göre salgılanacak şekilde tekrardan belirli bir düzene giriyormuş.

    özetle ağır şekilde uykusuzluk çekiyorsanız yada uyku düzensizliğinden şikayetçiyseniz her türlü elektronik cihazdan uzak 1 haftalık bir kamp hayatı eski düzeninizi bulmanıza yardımcı olabilir.

    menbaı

    debe edit; bu ve buna benzer bilgileri severim diyorsan at badi'ye bekle. öu2kçş'e 100'den fazla buna benzer bilgi girdim bilgine...

  • site:edu [konu] exam yazıp adres çubuğunda ya da google da aratırsanız, çalıştığınız, hazırlandığınız sınavın konusu ile ilgili ne gibi sorular sorulmuş görebilirsiniz.

    örneğin, site:edu trigonometry exam yazıp google'layalım. şimdi tek yapmamız gereken görsellerde çıkan sayısız yazılı sınavda seçtiğimiz konuyla ilgili ne gibi sorular sorulmuş incelemek.

  • ulkemizin en kuzeyini hep sinop bilirdik degil mi? senelerdir de boyle ogretilir. oyle degil iste.
    sinop paraleli: 42.0969 http://i.imgur.com/9zkkgmn.png
    kirklareli paraleli: 42.1047 http://i.imgur.com/adqkyr4.png
    0.0078 paralel fark yani 1 paralel 111 km den 865 metreyle kirklareli onde.

    en dogusuna da baktim
    hakkari 44.8137
    igdir 44.8163 yani yaklasik 0.0026 meridyen farki var. o da yaklasik olarak 230 metre (ortalama 38 paraleline gore meridyenler arasi uzaklik) fark ile igdir onde.

  • bülent arınç açıklaması...

    "seçim sonuçlarını değerlendiren başbakan yardımcısı bülent arınç, "biz iktidara mahkum ve mecbur bir partiyiz, biz iktidar olmalıyız" dedi."

    yani artık ne kadar çaldılarsa ne kadar pisliğe bulaştılarsa düşün mecbur kalmışlar... rant da gidecek haliyle... gittiklerinde ne olacağını cümle alem biliyor... du bakalım az kaldı...

    "arınç, şöyle devam etti: "çünkü biz iktidara mahkum ve mecbur bir partiyiz, biz iktidar olmalıyız. ak parti bütün icraatlarını iktidar olarak yaptı. türkiye için hedeflerimiz var, 2023 var, 2053 var, 2071 var, bunlar hiç bir partinin umurunda değil. bunları gerçekleştirmek bize düşen bir görev, o yüzden en kısa zamanda yapılacak bir seçimde, erken seçimi kastetmiyorum, önümüzde yapılacak ilk seçimde, mutlaka ak parti'nin tekrar eski gücünden daha fazlasını bulması gerekiyor. "

    (bkz: iktidar olamazsak yarra yering)

  • dünyanın nersinde antik şehir,kalıntı,anıt ve müze gibi yerler varsa haritandan gösteren harika bir site var. vici.org

    hiç bilmediğiniz bir yere gittiniz ve sıkılıyorsunuz. hemen bu siteden bakıp etraftaki yerleri keşfedebilirsiniz.

    içerik bilgilerini vikipedia gibi kullanıcılar düzenliyor. haritayı açıp şöyle dünyayı incelediğinizde anadolunun kültürel zenginliği bir kez daha anlaşılıyor.

    uzun zamandır rastladığım en faydalı internet sitesi. sayesinde son iki haftasonumu daha önce bilmediğim kalıntılara giderek geçirdim.

  • mısır piramitleri'ni oluşturan taşların metrelerce yüksekliğe rampalar kullanılarak çıkarılmış olabileceği. 2018 yılında keşfedilen bu rampalar piramitlerin yapımıyla ilgili yeni bir teori oluşmasını sağlamışlar. yazının sonunda kaynakları bulabilirsiniz. ayrıca bu yazıyı buradan video olarak da izleyebilirsiniz.

    aslında piramitler inşa etmiş olan tarihteki tek uygarlık mısırlılar değil, aztekler ve mayalar gibi başka antik uygarlıklar da piramitler yapmışlardı. ancak hiçbiri mısır piramitleri kadar ünlü ve merak uyandırıcı olmadı. mısır piramitleri öylesine büyüktü ki, inşa edildikten sonra 4000 yıl boyunca dünyadaki en büyük bina olmaya devam etti.

    mısırlılar ölümden sonraki yaşamlarında da aynı bedeni ve sahip oldukları eşyaları kullanacaklarına inanıyorlardı. bu yüzden insanlar öldükten sonra da bedenlerini kullanabilmek için kendilerini mumyalatıyorlardı, bu sayede bedenlerinin öldükten sonra bozulmayacağını ve öteki dünyada kullanabileceklerini düşünüyorlardı.

    ancak mumyalama işlemi ciddi para gerektiren bir işlemdi, bu yüzden sadece zenginler yaptırabiliyordu. bazı kişiler ise öldükten sonra kendilerini mumyalatabilmek için hayatları boyunca para biriktirmeye çalışıyorlardı. firavun adı verilen mısır kralları ise kimsenin olmadığı kadar zenginlerdi, krallar bu zenginliklerini öldükten sonraki dünyada da yaşamak istedikleri için kendilerine büyük mezarlar yaptırdılar ve öldükten sonra hazineleriyle birlikte gömülmeye başladılar.

    bu mezarlar başlarda şartlar el vermediği için taşların içleri oyularak yapılıyordu. mısır kralları mezarlarını nil nehri’nin hemen batısında yer alan ve sonradan krallar vadisi adını alan bir bölgeye yaptırıyorlardı. mısır’daki piramitlerin ve kral mezarlarının tümü nil nehrinin batısına inşa edilmişti. çünkü mısır kralları kendilerinin güneş tanrısı horus olduklarına inanıyorlardı, bu yüzden kral mezarlarının hepsi güneş’in battığı yer olan batı’ya inşa edilmişlerdi. yani batı onlar için ölümü temsil ediyordu.

    en ünlü mısır kralı tutankamon’un mezarı da burada bulunuyordu. tutankamon’un mezarı keşfedildiğinde yaklaşık 3300 yıldır açılmamıştı ve içinde kralın 110 kilogram saf altından yapılan tabutu bulunuyordu. henüz 9 yaşında kral olup 18 yaşında ölen tutankamon’u en ünlü mısır firavunu yapan şey ise çok ilginç bir hikayede gizli.

    1922 yılında krallar vadisi’nde tutankamonun mezarını bulmak için kazı yapan ingiliz arkeolog howard carter, mezarı bulacağına dair umudunu kaybetmeye başlamıştı. toprağın altında kazı yapan carter, küçük bir kanarya kuşu satın almıştı. kanarya kuşunu satın almasının nedeni ise, eskiden gaz dedektörleri olmadığı için madenciler yanlarında küçük kanaryalar taşırlardı. kanaryalar çok hassas canlılar oldukları için en ufak bir zehirli gaz çıkışında ölürlerdi, kanaryasının öldüğünü gören madenci, zehirli gaz olduğunu anlayıp hemen o bölgeden kaçardı.

    howard carter da toprağın altında zehirli gaza maruz kalmamak için yanında kanarya taşıyordu. kanaryasını aldığı zaman kuşu gören yardımcısı bu altın rengindeki güzel kuşun onlara şans getireceğini ve altınla dolu kral mezarını çok yakında bulacaklarını söyledi. gerçekten de dediği oldu ve kanaryanın alınmasından birkaç gün sonra mezar bulundu. carter mezarın girişine yaklaştığında orada duran bir kobra yılanı gördü ve yılan kafesteki kanaryaya saldırıp kuşu öldürdü. bunun üzerine orada bulunan mısırlı yardımcılardan biri bunun bir lanet olduğunu ve mumyaların asla rahatsız edilmemesi gerektiğini söyledi.

    ve bu olayla birlikte tutankamon’un mumyasının lanetli olduğu söylentisi yayılmaya başladı. mezarı keşfeden ekipte olan george herbert adındaki başka bir arkeolog ise mezarın açılmasından birkaç ay sonra ölünce söylentiler iyice artmaya başladı. mezarı bulan diğer kişilerin de birkaç yıl içinde peş peşe ölmeleri sayesinde tutankamon’un laneti dilden dile yayıldı ve bir efsane haline geldi. modern zamanda da bu hikayelerden esinlenilerek bir çok mumya temalı film yapıldı.

    önceleri taşlar oyularak yapılan kral mezarları, inşaat tekniklerinin öğrenilmesiyle birlikte açık alana üst üste taşlar konularak yapılmaya başlandı, piramit şeklinde ilk inşa edilen mezar ise çıkıntısız kenarlar yerine basamak şeklinde yükselen bir piramitti. daha sonra mezarlar gittikçe piramit şekline daha fazla benzemeye başladı, önceleri yapılan piramitler hesaplama hataları yüzünden yamuk oluyordu. ancak mısırlılar her seferinde daha düzgününü yapmayı öğreniyorlardı.

    yeni gelen her kral kendinden bir önceki kralın mezarından daha büyüğüne sahip olmak istiyordu ve bunun için inşaatta çalışan işçileri zorluyordu. zamanla işçiler daha yüksek yapılar inşa etmeyi öğrendiler ve git gide piramit şekline daha yakın mezarlar inşa etmeye başladılar.

    ardından firavun khufu ya da daha çok bilinen adıyla keops. işçilerine bütün piramitlerden daha büyük bir piramit yapmaları emrini verdi. firavunun emrini yerine getirememek ölüm anlamına geliyordu, bu yüzden o dönemki mühendisler ve işçiler bu kadar büyük bir piramidi nasıl inşa edeceklerini düşünmeye başladılar.

    yaklaşık 50 bin işçinin inşa ettiği keops piramidi tamamlandığında 147 metrelik yüksekliğiyle dünyada inşa edilmiş en yüksek yapıydı ve 4000 yıl kadar daha öyle kalacaktı. keops piramidinin yüksekliği iki tane galata kulesi’nin üst üste konulmasına ya da boğaz köprülerinin ayaklarının yüksekliğine eşitti. piramidin bir kenarı ise 230 metre uzunluğundaydı ve 4 kenarın da piramidin tam tepesinde buluşabilmesi için en fazla 5 santimetre hata payıyla yapılması gerekiyordu. eğer kenarlardan birinin hata payı 5 santimetreden fazla olsaydı kenarların dördü de tam tepede buluşmazdı ve yamuk bir şekil ortaya çıkardı.

    piramitleri inşa eden mühendisler pi sayısı, alan ve hacim hesabı gibi geometrik bilgilere sahiplerdi ve bunları inşaat sırasında kullandılar. böylece piramidin tüm yüzleri kuzey, güney, doğu ve batı yönlerini tam 90 derece olacak şekilde gösteriyordu.

    piramitler ilk yapıldıkları zaman en dış katmanları daha beyaz olan ve yüzeyleri zımparalanmış olan taşlarla kaplıydı. ancak zamanla piramitlerin dışını kaplayan beyaz taşlar çeşitli inşaatlarda kullanılmak amacıyla söküldü ve altındaki sarı taşlar ortaya çıktı. kefren piramidinin tepe kısmındaki kaplama taşları ise alınmadı ve günümüzde hala piramidin tepesinde bulunuyor.

    keops piramidini inşa etmek için ağırlıkları 3 ila 5 ton arasında değişen yaklaşık 2 buçuk milyon taş blok kullanılmıştı. taşların birbirine yapışmasını sağlamak için 500 bin ton harç hazırlandı ve taşların araları bu harçla dolduruldu. kral odasının etrafı ise 1000 kilometre uzaktan taşınan 8 bin ton granitle kaplandı ve mühürlendi. keops piramidi bittiğinde yaklaşık 6 milyon ton ağırlığa sahipti, bu ağırlık neredeyse 16 tane empire state binasının toplam ağırlığına eşit.

    peki mısırlılar binlerce yıl boyunca dünyadaki en büyük yapı olma özelliğini taşıyan bu devasa binayı o dönemde nasıl inşa etmişlerdi?

    ünlü tarihçi herodot’un tuttuğu kayıtlara göre mısırlılar piramidi oluşturan milyonlarca taşı nil nehri boyunca uzanan kireç taşı ocaklarından çıkarmışlardı.

    işçiler taşları düzgünce kesebilmek için ise dahice bir yöntem gelişmişlerdi. taşta aynı sıra boyunca birkaç delik açıp içine tahtalar yerleştirip tahtaları ıslatıyorlardı. ıslanan tahtalar birkaç saat içinde şişiyordu ve taşın kendiliğinden çatlayıp ayrılmasını sağlıyordu. ardından işçiler ayırdıkları taşları metal araçlarıyla yontarak yüzeylerinin düzgün olmasını sağlıyorlardı.

    mısırlılar taşları taşıyabilmek için de zekice bir yöntem keşfettiler. taşları kaldırarak taşıyabilecek teknolojileri olmadığı için sürükleyerek taşımak zorundaydılar, ancak taş ve kum zemin arasında çok fazla sürtünme kuvveti vardı ve bu taşın sürüklenmesini imkansız hale getiriyordu.

    burada ufak bir açıklama gerekiyor, sürtünme kuvveti iki cismin yüzeylerinin birbirine takılması yüzünden oluşan ve kaymayı engelleyen bir kuvvettir. maddeler pürüzsüz gözükse de mikro düzeyde çıkıntıları vardır ve iki maddenin yüzeyi birbirine sürtünürken bir direnç ortaya çıkar. ancak eğer yüzeyleri bu çıkıntıları ortadan kaldıracak şekilde ıslatırsanız sürtünme kuvveti azalır ve cisimler daha kaygan hale gelirler. ıslak ayakla yere bastığımızda ya da buzun üzerinde yürümeye çalıştığımızda kaymamızın nedenide budur.

    anlaşılan mısırlılar da bunu farketmişlerdi ve kumu ıslatarak taş ve kum arasındaki sürtünmeyi azaltıp tonlarca ağırlıktaki taşları sürükleyerek taşıyabildiler. zaten taş ocakları da nil nehrinin kıyılarında bulunuyordu, yani asla su sıkıntısı çekmeyeceklerdi.

    bu şekilde binlerce taş blok piramitlerin inşa edileceği alana taşındı ve yan yana dizilerek piramitin ilk katı oluşturuldu. ancak ortaya yeni bir sorun çıkmıştı, bu taşları onlarca metre yukarıya nasıl kaldırıp yerine koyacaklardı?

    mısırlılar yine dahice bir yöntem düşündüler. piramitlerin etrafına hafif bir eğimle yükselen topraktan rampalar inşa ettiler. böylece taşları rampanın eğimi boyunca sürükleyerek götürüp istedikleri yüksekliğe koyabileceklerdi. piramidin her bir katı tamamlandığında rampa da toprak taşınarak bir kat yükseltiliyordu. zaten piramit şeklinden dolayı yükseldikçe her bir kat için daha az taş gerekiyordu ve işlem kolaylaşıyordu.

    işçiler taşların rampalardan taşınmasını kolaylaştırmak için altlarına tahtadan kızaklar yerleştirdiler ve daha rahat kaymasını sağladılar. ancak yine de her biri bir cip ağırlığındaki taşları metrelerce yukarı taşımak hiç kolay değildi. kazılar sonucunda bulunan bir çok işçinin kemiklerinin yıllarca yük binmesi sonucu bükülmüş bir halde olduğu görüldü.

    piramidin inşası bittikten sonra ise topraktan yapılan rampalar işçiler tarafından ortadan kaldırıldı ve altından devasa büyüklükteki taş piramitler ortaya çıkmış oldu.

    büyük mısır piramitleri tek başlarına inşa edilen yapılar değildi. keops, kefren ve mikerinos piramitlerinin yanında kral eşlerinin mezarlarının bulunduğu küçük piramitler de vardı. ayrıca firavun kefreni temsil ettiği düşünülen ünlü sfenks de piramitlerin yanına inşa edilmişti. devasa bir kireç taşı bloğunun şekillendirilmesiyle oluşan sfenks ilk inşa edildiği zaman şimdiye göre çok daha farklı bir görünüme sahipti.

    kaynaklar: history, cnn, phys.org, bbc, brown university, smithsonian

  • ben bir gün bu adamın sohbet ettiği masaya oturdum. masada 12-13 kişi falan var. rakı masası haliyle tabi, kendisi bir oturuşta 2-3 büyük devirdiği için. zaten uzun rakı masalarıyla meşhurdur. 15 saat, 20 saat hatta daha fazla.

    neyse abi ben entelektüel bir insan görürüm kendimi. masaya oturdum iki saat içinde ağzım açık dinliyorum kendisini. müthiş bir insan. müthiş bir birikim. bilgi. kültür. entelektüellikte tavan. hikayeleştirerek anlatımlar. beş saat nasıl geçti anlamadım. inanılmaz donanımlı birisi.

    sordu bir ara neden hiç konuşmuyorsun diye. dedim benden fazla bilenlerin olduğu yerde susmayı öğrendim. yanlış değil ama eksik öğrenmişsin dedi. senden çok bilenlerin senin bildiklerinin hepsini bilmelerine imkan yoktur. konuş ki biz de senden öğrenelim, dedi. mütevaziliğe bakar mısın.

    diktatörlüğü desteklemediği sürece siyasi görüşü umrumda değil. ki entelektüellik muhalif olmakla neredeyse eşdeğerdir.

  • 19. yüzyılla birlikte özellikle sanayi devrimi sonrasında yaşanan konjonktürel ve iktisadi değişimlere adapte olamayıp kapitalist sistem çarklarını döndürememesinin sebebi tamamen osmanlı'dan tevarüs ettiği geleneksel ekonomik mirastır.

    peki bu miras nedir? aslında geçen gün debe'ye giren entryde osmanlı'nın söz konusu iktisadi yapısından kısmen bahsedilmiş ama tam olarak detaylı bilgi verilmemişti. dolayısıyla bunu biraz daha açmakta fayda var.

    osmanlı, hepinizin bildiği gibi tam anlamıyla geleneksel bir tarım imparatorluğu idi. kaynaklarının büyük bir kısmını tarımsal faaliyetler ile fethedilen topraklardan elde edilen ''günlük ganimet'' oluşturuyordu. ancak bu kısıtlı ekonomik yapıya rağmen, mevcut vaziyeti daha da kısıtlayıcı, bizzat sultan tarafından kanun olarak konulmuş ve 19. yüzyılın sonuna dek değişmemiş tedbirler vardı. bu tedbirleri genel olarak ikiye ayırabiliriz:

    1- osmanlı müsadere sistemi.
    2- osmanlı narh sistemi.

    osmanlı devleti'nde tek ve mutlak otorite yalnızca sultan olduğundan, sultanın haricinde kalanların yeni ve kapsamlı bir sermaye yaratması da mümkün olmuyordu. müsadere sistemi, yani devlet erkanından birinin idam edilmesi akabinde o kişinin sultan tarafından mallarına doğrudan el konulması, bunun somut örneklerinden birini teşkil etmiştir. düşünün ki vezirsiniz, sayısız menkul (atlarınız, develeriniz vs) ve gayrimenkul mallarınız var fakat öldüğünüzde bunu kimseye miras olarak bırakamıyorsunuz çünkü zaten miras olarak bırakabileceğiniz aileniz de yok, devşirilip getirildiğiniz için aile bağlarına da izin verilmiyor (istisnalar hariç). sırf bu yüzden denilebilir ki osmanlı'daki vakıf sistemi bu müsadere denilen başa bela şeyden kurtulmak için gelişim göstermiştir... çünkü zengin ve varlıklı insanların birçoğu, vakıflara paralarını yatırıp bir nevi hem hayır işinde bulunuyor gibi kendilerini gösteriyor hem de parayı kamufle etme imkanına sahip oluyorlardı.

    aslında bu durum genel olarak osmanlı'dan önceki yönetim biçimlerinde, yani ortaçağ islam dünyasında da görülüyordu ve bazı yöneticiler ibn-i haldûn'un ''hükümdarın ekonomik arenaya bizzat girerek uyruklarının kazanç kaynaklarını kurutmasının siyasal bir gerileme'' olduğu nazariyesi üzerinde defaatle duruyorlardı.

    bakıldığında müsadere sistemi, osmanlı'nın uzun yüzyıllar boyunca serbest piyasaya ket vurup sermaye yaratımının önüne set çekmesinden başka bir şey değildi.

    çok benzer şekilde 2. madde olarak ortaya koyduğum narh sistemi de buna bir örnektir. çarşı-pazardaki ürünlerin (mesela kırmızı etin ve ekmeğin) fiyatları da yine sultanın tayin ettiği kadı tarafından tahdit* ediliyordu. dolayısıyla siz, bir etin kilogramını, belirlenen fiyat çerçevesinin ne aşağısında ne de fazlasında satabiliyordunuz, buna yeltenmek ciddi cezalar yemenize sebep olabiliyordu. yine çarşı-pazar için belirlenen kanunlardan bir tanesi de, ithalatın serbest fakat ihracatın yasak olmasıydı, özellikle bahsettiğim gıda ürünlerinde. burada da temel amaç, önce ''reaya'' denilen halkın karnının doyması ve temel gıda ürünlerine rahat ulaşabilmesi idi. yani siz, halka bol miktarda bir ürün sunsanız bile, o ürünleri dışarıya satamıyordunuz. ipekli dokumalar, kumaşlar vs bunların elbette dışında kalıyor, çünkü fakir reayadan olan bir birey zaten pahalı elbiseleri nasıl alsın? bunların ihraç edilmesinde bir beis yoktu, osmanlı görünürde yine çok pragmatist davranmıştı fakat bu pragmatist davranışı 18 ve 19. yüzyıla gelindiğinde kendisine pahalıya patlayacaktı.

    osmanlı iktisat çalışmalarıyla meşhur olan hint-alman vatandaşı süreyya fariqi, bu konularla ilgili olarak ''tüccarlar, osmanlı devletini denetleyen askeri-yönetsel hiyerarşi ile siyasal olarak rekabet etmelerine olanak sağlayacak bir tarzda örgütlenmemişlerdi. 16 ya da 17. yüzyılda yaşayan bir tüccarın siyasal güce ulaşmayı başarması, genellikle bir mültezim olarak etkinlik göstermesiyle mümkündü ve bu etkinlik tüccarın yüksek kazanç kapılarını açıyordu açmasına ama, anlaşmadaki miktarları ödemedeki başarısızlık, tüm varlığını yitirmesine ve hapsedilmesine neden olabiliyordu.'' demiştir.

    biraz farklı bir nokta gibi görünse de aslında konuyla doğrudan alakalı önemli bir kırılma süreci daha var: amerika'nın keşfi ve kuzey avrupa devletlerinin, amerika pastasından çok iyi istifade edebilmeyi başarması... kırılmayı biz değil; onlar gerçekleştirdi. celal şengör, osmanlı iç dünya dinamiklerini tam olarak özümseyemediğinden, 1. süleyman'ın amerika'nın keşfine öylece bakakalmasını büyük bir keyfiyet olarak addedip kanuni'yi yerden yere vurur. halbuki gerçek hiç de şengör'ün kafasında çizdiği şema gibi değildir.

    ne demek istiyorum? yine basitçe izah edeyim: osmanlı amerika'ya gitseydi de uzun vadede hiçbir kazanç sağlayamayacaktı çünkü siyasal ve ekonomik yapısı buna elverişli değildi.

    amerika fethini ilk olarak ispanya ve portekiz başlattığı halde, neden bu fetihlere daha sonra katılan ingiltere ile hollanda pastanın büyük bir kısmını daha güzel yuttu sanıyorsunuz? ispanyollar da sandıklar dolusu gümüş ve altın taşıyıp durdu avrupa'ya ama ekonomik olarak hiçbir zaman sıçrama yakalayamadılar, aksine iç piyasa dengesini bozan bu sandıklar dolusu altın ve gümüş, şişkinlik yarattı ve büyük bir alım gücü kaybı oldu.

    bunun sebebi, ispanya'nın da tıpkı osmanlı gibi mutlak otorite ile yönetilen ve serbest piyasaya, burjuvaziye ve kapsamlı ticarete izin vermeyen bir anlayışa sahip olmasından kaynaklıdır. ingiltere'yi o dönemden itibaren ingiltere yapan, bankacılık sisteminden tutun sanayi devrimine kadar sürecek olan büyük yatırımların ve girişimlerin gelişmesine sebep olan şey tam olarak budur: özgürlük ve burjuvazi, dolayısıyla serbest girişim ve ticaret, tüm bunların da hukuk ile güvence altına alınıp kralın ve aristokratların gücünün prangalanması... ispanyollar, getirdikleri altınları yalnızca imparatorluk hazinesine ve din adamlarına/kiliseye ayırdılar, pastanın kaymağını bunlar yedi. ingiltere ve hollanda ise, bilinçli bir yönetim çerçevesinde pastanın büyük kısmını tüccarların, burjuva sınıfın yemesine imkan tanıdı. böylece amerika'dan gelen her türlü hazır kaynak, çok daha kapsayıcı ve uzun vadede inanılmaz olumlu sonuçlar doğuracak şekilde kullanıldı, kurumsallaşmanın temelleri atıldı, burjuva sınıf (orta direk) müthiş kalkındı. böylece yatırımlar da, ticaret de, iç ve dış pazar da gelişebilmek için kendisine çok iyi bir zemin buldu. sanayi devriminin ingiltere'de gerçekleşmesi, işte bu altyapı sayesinde mümkün olabilmiştir.

    arkadaşlar, tarihte ''kırılma noktası'' olarak adlandırdığımız şeyler gerçekleşiyorsa, bu gerçekleşmenin daha evvelinde ve derinlerde mutlaka ama mutlaka bir sebebi vardır. ''başarı tesadüf değildir'' şeklinde sarf edilen klişe sözün tam olarak karşılığı da işte budur.

    sözü çok uzattım, bitireyim: celal şengör'ün iddia ettiği gibi osmanlı, amerika yarışına katılabilseydi bile bundan verimli ve sağlıklı bir netice elde edemeyecek, tam aksine ispanya ile portekiz'in akıbetine uğrayacaktı... asla ingiltere ve hollanda'nın ilerleyen yıllarda sahip olduğu zenginliğe erişemeyecekti, çünkü en başından beri izah etmeye çalıştığım şekilde siyasal yönetimi bu duruma büyük bir engel oluşturuyordu. tıpkı ispanyolların yaptığı gibi, amerika'dan osmanlı'ya getirilen altınların ve diğer hazır tüketim kaynakların çok büyük kısmı sultanın şahsi hazinesine, geri kalan kısmı da ulema denilen cahil cühela arasında pay edilecek; tüccara, halka da nanik yapılacaktı.

    bakınız yüzyıllar sonra bile, 1930'larda atatürk'ü ve türkiye'yi ziyaret eden, bizzat yerinde gözlem yapan abd elçisi charles sherill, türk halkı ve ekonomisi hakkında ne söylemiş: ''türk halkının %84'ü çiftçidir ve bunlar mahsüllerinden kâr temin etmeyi düşünmeyip, sadece kendi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırlar. tarlalarının, ahırlarının ve kümeslerinin mahsüllerini avrupalı ve amerikalı çiftçiler gibi para ile değiştirmeye çalışmazlar.'' 1929 büyük ekonomik krizin sırf bu yüzden türkiye'yi etkilemediğini belirten sherril, sözlerini şöyle tamamlamış: ''umumi işsizliğin her tarafı kasıp kavurduğu böyle bir zamanda nüfusunun büyük bir ekseriyeti grevler ile hiç de alakadar olmayan bir çalışma tarzı takip eden ve çalışma saatlerinin tahdidi gibi dikenli meseleler ortaya atmayan bir memleketi idare etmek, büyük bir şans eseri değil midir?''

    evet sherril'in dediği gibi bu belki de bir açıdan şanstır; ancak diğer açıdan ise korkunç boyutta bir şanssızlıktır zira osmanlı'dan yönetimi devralan atatürk, avrupa'daki gibi birlikte yol izleyebileceği ne orta sınıf (burjuva) ne de aristokrat üst sınıf (devşirme ve müsadere sisteminden dolayı, izah etmiştim) bulabilmiştir... yeni türkiye'nin yalnız asker kanadı ayaktadır ve atatürk her şeyi, mesleği askerlik olanlarla başarmak zorunda kalmıştır.

    türkiye, sahip olduğu tarihi mirasından dolayı bugün hâlâ ne kapitalizmi ne de iktisatla alakalı diğer meseleleri idrak edebilmiştir... halen çarkın dışında kalması, üretememesi ve markalaşamaması, asırlardır süregelen bu yaşam biçiminin bir tezahürüdür. bunu tek seferde ve komple değiştirip dönüştürmek de o kadar kolay değildir.

    debe eklemesi: arkadaşlar videolarım hak ettiği etkileşimden oldukça uzak kaldığı için kanalda aktif olmayı bırakmıştım fakat bazı ısrar ve tavsiyeler üzerine tekrar dönme kararı aldım, yakında güzel videolar gelecek. biraz olsun desteklemek isterseniz diye link bırakıyorum,
    https://youtube.com/…enderozgun?si=frfsner8trnfrctz

    bu da aylar sonra yüklediğim kısa video:
    https://youtube.com/…3mei8grb-e?si=mboayecyyrotoz7j

    güzel günler...

    debe eklemesi 2: özelden bazı talepler geldi, tek tek cevap vermeye çalıştım. ilgi ve alakanız için teşekkür ederim arkadaşlar. bir de, fazla okunmayan birkaç yazımı daha buraya eklemek isterim.

    atatürk'ün lozan mübadelesi ile karaman türkleri'nin ülkeden göçüp gitmek zorunda kaldığına dair yapılan bilinçsiz ve temeli zayıf tenkitlerle ilgili yazımı okumak isterseniz:
    (bkz: #159787093)

    divan edebiyatı'nda ünlü şairlerin birbirlerine +18 ibaresi ekleyecek kadar nasıl küfürlü şiirler yazdıklarına dair kapsamlı yazımı okumak isteyenler için:
    (bkz: #159576682)