hesabın var mı? giriş yap

  • klibinin, mtv ismindeki klip sektörüne hakim organizasyonun yayınladığı, ilk zenci klibi olması, belki bir bilgi olarak burada yerini almalı.

    lakin günün birinde, misal 3000 yılında birisi burayı okuduktan sonra, "michael jackson da kimmiş" deyip, araştırır fotoğraflarını bulursa, o senden, benden beyaz suratını görünce, "bu mu zenci klibi çekmiş, lan herşeyi sallamışlar sözlükte" derse, "allah belanızı versin" diye lanet ederse, ben ne yapayım, hakettiğim bir şey mi bu ? ayıp değil mi maykıl, tarihe geçmiş insansın, kaosların sebebisin, her neyse saygı duyuyorum.

  • uzay 41 yaşinda ya da 90’lar biraz karanlikti

    son zamanlarda türk pop müziğinin ortaya koyduğu eserlerin çoğu tahmin ediyorum 15 sene sonra hatırlanmayacaklar. bu yazıda anlatılan ve uzay’ın emeğinin geçtiği eserlerin en yenisi 15 yıllık ve hala dinliyorum.

    levent yüksel’in ”yeter ki onursuz olmasın aşk” şarkısının klibini televizyon’da dönmeye başladığında şarkıyı beğenip albümünü almıştım. albüm bir bütün olarak çok başarılıydı. aynı albümde ”yeter ki onursuz olmasın aşk”ın yanısıra tek başına bir albümü kaldırabilecek “med cezir”, “bu gece son” ve uzay’ın bestesi “kadınım” vardı. işte bu unutulmaz albümün aranjörü tam adı reşat rony uzay heparı olan uzay’dı.

    ermeni bir anne ve yahudi bir babaya sahip uzay ailesinin yönlendirmesiyle küçük yaşlarda piyano çalmaya başlamış ve konservatuar’da klasik müzik eğitimi almıştı.

    aklında sahne müzisyeni olmak vardı ancak ilk denemesinde klavye(keyboard)’deki tecrübesizliğinin kurbanı olup sezen aksu’nun orkestrasından atılmıştı. klavyede tecrübe kazanıp kısa sürede sezen aksu’nun orkestrasındaki yerini aldı.

    1991

    nisan 1991’de sezen aksu’nun gülümse albümü çıktı.

    1991 büyük değişimlerin yaşandığı iç sıkıcı bir seneydi. sscb dağıldı, doğu bloğu çöktü, ülkeler bölündü, baba bush’un yönetimindeki abd irak’a girdi, trt bize canlı yayında kahvaltı eden abd askerlerini gösterdi(soğuk bir ocak sabahıydı). şehirlerde dev-sol, güneydoğu’da pkk sürekli silahlı eylem yapıyordu. pkk bu dönemde gerilla taktiklerini bırakıp 500 kişiyle saldırı yapıp(dağlıca) gövde gösterisi yapıyordu. darbe sonrası siyaset yapması yasaklanan 80 öncesi parti liderlerinin siyaset yasağı kalkmıştı. bir sene içinde 3 başbakan değişti(yıldırım aktuna, mesut yılmaz, süleyman demirel). o kadar sıkıcı bir yıldı ki “bizimkiler” izlemek bile eğlenceli geliyordu.

    bu yıl aşkın nur yengi’nin “hesap ver” albümü çıktı. bu albümden bugün hala hatırlayabileceğimiz “serserim benim” şarkısının bestesi ve düzenlemesi uzay’a aitti. zaten oldukça ön planda olan klavye sesi, şarkının bir klavyecinin elinden çıktığının kanıtıydı. bu şarkının bir diğer özelliği de o dönem aralarındaki yaş farkından dolayı çok tartışılan uzay-sezen aksu ilişkisini sezen aksu’nun kaleminden açıklamasıydı.

    bir yanda sen, bir yanda tövbeler
    bir yanım karşı koyar bir yanım ister

    serserim benim, deli dolu sevgilim
    kor gibi sıcak yada sular gibi serin
    gelme uzak dur korkuyorum çok
    çılgınlık bu halim yok


    1992

    1992 yılında sezen aksu’nun başka bir yardımcı vokali sertab erener “sakin ol” albümüyle hızlı bir çıkış yaptı.

    1992 yılı bizim neslimizin yıkıcı depremin ne olduğunu erzincan depreminde öğrendiği yıldı. 1992 nevruz’unda 57 kişi öldürüldü. beyaz balina aydın bu sene misafirimiz oldu.vergi rekortmeni matild manukyan’dı. polisle dev-sol arasındaki kan davası devam ediyordu. oturduğum mahallede bir otomobil bombalandı. galata köprüsü yandı/yakıldı. show tv yayın hayatına başladı.

    işte böyle bir dönemde çıkmıştı “sakin ol”. albümdeki şarkıların çoğunun düzenlemesi uzay’a aitti. “sakin ol” şarkısının bestesi uzay ve sezen aksu’nun ortak eseriydi. bu albümden hatırlayabileceğimiz “vurulduk” uzay’ın tek başına yaptığı bir besteydi. bizim neslimiz “sakin ol”un deli saçması klibini hatırlayacaktır. klipte “yorum yok, sorun yok” olarak tanımlanan takma burunlu karakteri uzay canlandırmıştı.

    1993

    1993 yılına geldiğimizde uzay’ın üretiminin hızla arttığına şahit oluruz.

    1993 türkiyesi’nde bizde iz bırakmış pek çok olay olmuştu. uğur mumcu bu sene katledildi. adnan kahveci öldü/öldürüldü. jandarma genel komutanı eşref bitlis öldü/öldürüldü. özel radyolar bir süre kapatıldı. beyaz balina aydın tekrar karadeniz’de görüldü. bugün yaşadığımız türkiye’nin baş mimarı turgut özal bıraktığı iyi ve kötü eserlerle öldü/öldürüldü. pkk otobüslerden indirdiği 33 silahsız eri kurşuna dizerek şehit etti. sivas’ta aydınlar yakıldı.

    bu kadar kötü olay art arda gerçekleşirken kariyerinin zirvesinde yıldızlar istanbul’a yağıyordu. 5 ay içinde guns n’ roses, metallica, bon jovi, michael jackson, madonna istanbul’da sahne aldı.

    işte böyle bir dönemde uzay’dan 2 bomba albüm(levent yüksel-med cezir ve sezen aksu-deli kızın türküsü) ve ilk oyunculuk denemesi geldi. “gece, melek ve bizim çocuklar” oldukça ağır tempolu bir film olmasına rağmen izleyiciyi içine çeken bir atıf yılmaz yapımıydı. film çekildiği dönemin iç sıkıcı havasını taşıyordu. bu filmde başrol oynayan 2 genç oyuncu da şuan aramızda değil.

    müziğe dönersek bence “med cezir” albümünün türk pop’unda önemli bir yeri vardır. uzay’ın aranjörlüğünde aynı sene çıkan “deli kızın türküsü” albümü de biz hala dinlediğimiz çok güzel şarkılarla tanıştırdı. “masum değiliz”, “kalbim ege’de kaldı” ve “küçüğüm” şarkılarını bu albümde dinledik. “masum değiliz” şarkısıyla uzay’ın besteci kimliğiyle de genç yaşta ne kadar başarılı olduğunu görürüz. “masum değiliz” şarkısının sözlerini sezen aksu’yla birlikte meral okay yazmıştı.


    kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış
    kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan
    içindeki çocuğa sarıl sana insanı anlatır
    eller günahkâr
    diller günahkâr
    bir çağ yangını bu bütün
    dünya günahkâr
    masum değiliz hiç birimiz


    sude” uzay’ın hayran olduğu bir mfö şarkısıydı ve farklı bir düzenlemeye sahipti. “küçüğüm” şarkısında uzay’ın albümlerde çok sık çalmadığı piyano’yu nasıl çalabildiğini bizlere dinletiyordu.

    küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden sonsuz endişem
    savunmam bu yüzden bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem
    ne kadar az yol almışım ne kadar az yolun başındaymışım meğer
    elimde yalandan kocaman rengârenk geçici oyuncak zaferler


    hiç de oyuncak olmayan başarıla imza attığında uzay sadece 25 yaşındaydı. uzay’ın tamamını yaşayabildiği son sene 1993’tü.

    1994

    1994 yılının ilk 5 ayında olanların çoğunu hala hatırlıyoruz. zorunlu askerlik 15 aydan 18 aya çıkarıldı. hasan mezarcı(sonradan mesihliğini ilan edecek arkadaş) atatürk’e meclis çatısı altında küfretti. dep başkanı hatip dicle bombalı saldırıda şehit edilen yedek subay(asteğmen) öğrencileri için “yedek subay öğrencileri askeri hedeftir” açıklamasını yaptı. sonraki süreçte dep’li milletvekilleri meclis çıkışında gözaltına alındı. recep tayyip erdoğan’la bu sene belediye başkanı olunca tanıştık.

    aynı dönemde uzay 2 albümün aranjörü olarak çalışmalarını sürdürüyordu. bunlardan biri demet sağıroğlu’nun “kınalı bebek” albümü, diğeri sertab erener’in “lâ'l” albümüydü.

    her iki albümü de bitiremeden 20 mayıs 1994’te demet akbağ’ın viyadük üstünde duraklama yapan otomobiline motosikletiyle çarptı. 11 günlük yoğun bakım döneminden sonra 31 mayıs 1994’te hayatını kaybetti. uzay’ın sahnede kullandığı klavyelerden biri yamaha dx7 synthesizer idi. motosikleti de yamaha tdm850 idi. uzay’ı hayata bağlayan da alıp götüren de bir yamaha’ydı.

    baba olacağını öğrendikten 1 gün sonra kaza yaptığı için kendisine çok benzeyen oğlunu hiç göremedi. öldüğünde 26 yaşını bitirmemişti ama geride pek çok eser bırakmıştı.

    yazımı ben değil uzay bitirecek.

    “genel bir sorumsuzluğum var hayata karşı
    tek sorumluluğum piyano, müzik
    ne yapacağımı bilememek özgürlüğümü yaşatıyor bana
    ve bu durum çok hoşuma gidiyor
    yaşlılığı çok düşünüyorum ben
    yaşlandığım zaman bu heyecanları yine taşıyacağım mı diyorum
    attila ilhan'ın bir lafı vardır ya, aslında idam mahkumlarıdır yaşlılar, diye
    bu yüzden her şeyi yaşamak istiyorum
    hızlı yaşamaktan ben de zaman zaman korkuyorum
    ama ilerisini şimdiden göremem
    yani hızlı yaşayıp bütün yaşanacak şeyleri tüketmekten korkuyorum
    bazı keyifleri belirli yerlere bölmeye çalışıyorum ama
    yaşanacak çok şey de var”

  • şarkının orjinali sanırım japonca ve tarkan şarkının orjinaline gönderme yapıyor nakaratında;

    benoşinaynt saçlara
    haitonioat kaşlara
    osouzebaa dudaklara
    öp öp öp öp doyamadım

  • ağustos ayında olmaktır.

    bildiğiniz dünyanın yok olmaya başladığını görmektir.

    etraftaki acayip tavırlı insanların nereden çıktığını anlamaya çalışmak, söylemesenizde, "bizim zamanımızda böyle tipler yoktu" diye düşünmektir.

    bilinçaltınızda ölümsüz sandığınız insanların tek tek öldüğünü görmektir.

    amca / teyze diye hitapların çoğalmaya başladığı yaştır.

    çocukluğunuzdan beri duyduğunuz, okuduğunuz, "x e çare bulundu, insanlar 150 yaşına kadar yaşayacak, 2015 te uçan arabalar" vs. nin bullshit olduğunu anlamak istemesenizde iyice anlamaktır.

    en kötüsü, insanların hatta akrabalarınızın sandığınız gibi olmadığını anlamak olacaktır. göründüğü gibi olmayan sevgililer, içten pazarlıklı dostlar ı fark ettiğiniz ya da daha erken uyandıysanız, o anıların sızısının arttığı yaştır.

    bir zamanlar "ölümden korkmuyorum" dediğinizi hatırlayarak acı acı tebessüm ettiğiniz yaştır aynı zamanda.

    en olumlu yönü şudur; artık iyi-kötü insan farkını daha iyi anlayabilirsiniz. bu özelliğiniz gittikçe gelişecektir. az sayıdaki iyi insanlarla, uzun bir ömür sürmeye çalışma zamanıdır.

  • duman'ın değil tgb'nin halt yemesidir. adamlar fiyatlarını söylemiş senin işine gelmezse cagirmazsin. sanki zorla aldilar parayi. yine tgb'nin bok edip suçu başkasına attigi bir başka olay. bir işiniz düzgün olsun arkadaş ya.

    edit:olay hiç tgb'nin anlattigi gibi degilmis. adamlar soma kazasindan önce planlayip anlasmis dumanla. zaten tgb'den de bu beklenirdi. bu adamlara inanip gaza gelmeyin amk işleri güçleri dezenformasyon.
    (bkz: #44945415)

  • kurtuluş savaşı yılları. o dönemlere kadar dedemin ailesi senelerce devlet için haznedar olarak çalışmış, çerkesya'da görevler yapmış, ahıska bölgesine yerleşmiş ve kuşaklarca (kuşaklarca? aslında sadece 45 sene kadar. ne düşünüyordum da kuşaklarca demişim, ben de bilmiyorum) orada yaşamışlar. savaş başlamış, ortada ne vazife kalmış, ne beylik ve dedemin babası ruslara esir düşmüş. zengin bir rus soylusuna köle olarak satılmış ve kaz çobanlığı yapmış. adam bey iken kendini bir anda kaz çobanı olarak bulmuş yani. yıllar yılı, yanında çalıştırıldığı bu zengin rus'un karısı dedemin babasına aşık olmuş ve istanbul'a kaçması için bir yük gemisini ayarlamış. bu esnada savaş bitmiş ama dedemin babası kendi ailesini ülkede bir türlü bulamamış.
    yeniden evlenmiş ve dört çocuğu olmuş.
    bu birkaç satıra sığdırdığım olaylar aslında bu kadar hızlı, bu denli acısız yaşanmıyor. sadece ben sadete gelmek için kısa kesiyorum.

    bu dört çocuğun en küçükleri benim dedem. dedemin doğumundan bir sene sonra babası vefat ediyor. beylikten, zenginlikten ellerinde hiçbir şey kalmamış, kalan bir iki tarla.
    abisi gibi köy enstitülerine gitmek ve öğretmen olmak istiyor. abisi ise annesine kardeşinin okula gitmesinin, kalan tarlalarla ilgilencek kimse kalmayacağı için uygun olmadığını söylediğinde, dedemin annesi oğluna "ben bir oğluma onur bey dedirtirken, ötekine zafer dedirtmem" diyor. evet, hikayedeki zafer benim dedem... dedemin okula yazılmasına önayak olan bir başka isim ise, amcasının eşi.
    onların hikayesi ise apayrı. dedemin amcası zengin bir rus kadınıyla evlenmiş ancak savaştan sonra türkiye'ye dönmeyi istememiş. stalin'in tüm işletmelere el koymasından sonra işyerini kaybedince kafası atıp türkiye'ye dönmüş. işte bu rus kadın, ki kendisi muhteşem piyano çalan, bale eğitimi almış, yabancı lisanı olan bir kadın ve dolayısıyla eğitimin öneminin farkında; dedeme maddi olarak tüm desteği sağlayacağını söylüyor. lakin tek ricası bir enstrüman çalmayı da öğrenmesi.
    sülalesi kuşaklarca sefa içinde yaşamışken, dedemin annesi çocuğunu okutabilmek için gece vakti -20 derece soğukta, tarlaların başında, ekinleri ayılar yemesin diye nöbet tutuyor.
    en sonunda annesi, dedemi okula yazdırması için bulup buluşturduğu parayı, dedemi de yanına alarak, bir öküz arabası sırtında bu kadının yanına gidiyorlar ve dedem cilavuz köy enstitüsüne kaydını oluyor.

    "ve inanırdık, yurdun efendisi olacaktı köylü. ne kadar aldanmışız. ne kadar aldanmışız! ah ah!"
    muazzam bir hüzünle yıllar sonra bu sözleriyle o günleri yad eden talip apaydın, dedem gibi, birçoğunun da duygularını dillendiriyordu.

    size çok uzun ve belki köy enstitüleri hakkında çok da açıklayıcı gelmedi belki bu hikaye. lakin, bu hikaye ve bunun gibi hikayeler çok önemliler. o çocuklar, savaştan sonra belki kimi kimsesi kalmamış, bin bir yokluk içinde yaşayan çocuklardı. bugün devlet, sosyal devlet vazifesini yapmaz ve her okuluna aynı imkanları sunamazken, her gün ayrı bir okula yardım kampanyası düzenlendiğine tanık olduğumuz şu günlerde, 1940'lı senelere bakıyorum ve köy enstitüsünde arıcılık, marangozluk, ciltçilik, kayak, fransızca, mandolin ve vals öğrenen dedemi düşünüyorum.
    sonra bugün "halk oyunu zinadır" diyen, çocuklara tecavüz eden, "alevilik günahtır" diyen insanımsıların öğretmen olduğu; eğitim müfredatını bilal'in belirlediği; pozitif bilimlerin öldürüldüğü; 12 sene boyunca çocuğa tek kelime ingilizce öğretemeyen bu sistemi düşünüyorum.
    kaçınız bugün bir enstrüman çalabiliyor ve duvar örebiliyorsunuz?
    kaçınızın şehirli çocukları bugün vals yapabiliyor ve fidancılık biliyor?
    önüne fırsatlar serilen kaç çocuk bugün çok iyi düzeyde yabancı dil konuşup kayak kayarken, arıcılık, ipekböcekçiliği, dokumacılık gibi hayatın kendisini öğrenmiş?

    yıllar sonra neden mi hala köy enstitüleri özlemle anılıyor?
    ülkenin bu seviyesizliğinden işte.
    ülkeyi, eğitim kurumlarını, öğretmen kalitesini bu duruma düşürmeyi başardıkları için köy enstitüleri yıllar sonra bile eşine rastlanmaz derecede önem arz ediyor.
    bir çerkes atasözü der ki: "öküz tahta çıkarsa padişah olmaz ama saray ahır olur".
    bu kokuşmuş zihniyeti eğitim kurumlarına öğretmen kisvesi altında yandaş diye doluşturursanız, onların yetiştirdiği toplum kalitesi de bugün bu kadar oluyor işte.

    köy enstitülerinin kuruluşunun 76. yılında cılavuz köy enstitüsü öğrencileri ve öğretmenlerinin aziz hatıralarına saygıyla; onların çocuklarına, torunlarına ve yetiştirdikleri nesillere sevgiyle...

  • -hababam sinifi tatilde filminde, okula gelen kizlar icin kura cekimi yapilan sahnede, kara tahtadaki isimler arasinda 4. ve 5. sirada sabahattin ali yazmasi.

    -sabahattin ali isminin yazılı oldugu grubun filiz'e aıt olması. filiz' in ise sabahattin ali'nin kizinin ismi olmasi. (bkz: filiz ali)

    -hababam sinifi eserinin sahibi rifat ilgaz'ın sabahattin ali ile arkadas olmasi ve aziz nesin ile birlikte marko paşa dergisini cikarmis olmasi.

    -ayni filmin sonunda, ogrenciler okulu bosaltip bahcede ders yapmaya basladiklari sahnede calan aldirma gonul sarkisinin sozlerinin da yine sabahattin ali tarafindan sinop cezaevi'nde kaldigi donemde yazilmis olmasi.

    hatta, mahmut hoca'nin yaptigi; "okul, dort tarafi duvarla çevrili, ustu kapali yer degildir" tasviri de hem okul hem cezaevi benzetmesi olarak gorulup cezaevinde kalan ve bir egitimci olan "sabahattin ali - cezaevi " celiskisine yorumlanabilir. ya da en azindan ben oyle yorumladim/yorumlamak istedim diyeyim.

    butun bunlarda bir gonderme var midir yok mudur bilmem ama bu iliskiler agini ortaya cikartmak benim icin baya ufuk acici oldu.

  • ayrıldıktan bir saat sonra başkasıyla yatanlar için ross haklıdır. diğer mantıklı ve aşk insanları içinse rachel. ayrılık sonrası insan nasıl ilk gördüğü kadına yumulabilir ya? ergen misin ross? (gerçi ergensin bence) ayrıca aynı şeyi rachel yapsa şu sözlük ortamında ross'u haklı bulan adamlar sayfalarca kadına ne hakaretler yazacaktı. sanki bilmiyoruz. iki yüzlüler sizi.

  • annesi ölen kuzuya ana yakma işlemi;

    yörüklerin uyguladığı, anası ölen kuzunun başka bir koyuna evlat olarak tanıtılması durumudur.

    kuzuya ana olacak koyun kendi ekseni etrafında 21-22 kez döndürülür. anasız kalmış kuzu üzerine koyunun sütü sağılarak kendi kokusunun sinmesi amaçlanır. sonrasında kuzu üzerine tuz dökülür ve koyun-kuzu kendi haline bırakılır. başı dönüp algıları bulanan koyun kuzuyu koklar, kuzu üzerinde kendi sütünün konusunu alır ve kuzu üzerindeki tuzu yalamaya başlar. kuzuyu kendinin doğurduğunu sanıp emzirmeye başlar ve sonrasında ana-evlat olarak hayatlarına devam ederler.

  • annesi ve babasi paris seyahatinde otelde kalacaklar,babasi ucuz bir otel istiyor sadece konaklayacagiz vs, annesi pahali bir otelde israr ediyor ve pahali otelde kaliyorlar.

    aksam odada bir findik faresi gorunce babasi soyleniyor gordun mu, simdi nasil anlaticaz bunu diye cunku sadece biraz ingilizceleri var. annesi resepsiyonu ariyor ve:

    - do you know tom and jerry diyor.
    -yes diyor resepsiyondaki
    annesi:
    -jerry is here! diyor.

    cem yilmazdaki cakmak hikayesinden sonra hakikaten bu da efsane, muthis zeka`::))`

    edit: debe de bir numara olmak da varmis,tesekkurler canlar.

    edit2: bilmeyen arkadaslar soruyor tek tek yazmak zor oldu, cakmak hikayesini cem yilmaz gosterisinde anlatir: babasinin midesinde yanma vardir ve ingiltere' de doktora giderler ama babasi midesindeki yanmayi anlatamaz. annesi bir cakmak alir ve karin bolgesine tutup yakar, gezdirmeye baslar yanmayi anlatmak icin ve anlatir. hikaye bu.

    edit3: altta yazan entry sanirim bir aciklama gerektiriyor. hikayeyi ayhan sicimoglu bostanci gosteri merkezinde bir konser sonrasi aktarmistir. olayin dogrulugu veya baska bir boyutunu bilemem,bizzat ayhan sicimoglu' ndan dinledim.

  • gerçekten bizlere ders vermiş ülke. yukarıda yazılmış 52 kişilik bir ekip daha geliyor.

    polonya devleti tarafından gönderilen deprem arama kurtarma ekibi, adıyaman'ın besni ilçesine ilk gittiklerinde o bölgede tek çalışan ekiptiler. polonya bir deprem bölgesi değil, deprem ne onu bile bilmiyorlar. ama gönderdikleri ekip tam teçhizatlı, kendi starlinklerini kurdular ve komutanları andrzej bartkowiak aracılığı ile twitter üzerinden sürekli bilgilendirme yapıyorlar.

    ne diyim ne söyleyeyim bilmiyorum. polonyalılar cidden deprem ne bilmeyen tanımayan bir ülke. ama bu efektif çalışma, bilgilendirme, duruş, sahiplenme...

  • "orduya ilk katıldığım günlerde, bir arap binbaşısının 'kavm-i necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında türklük şuuruna erdim. onda gördüm ve kuvvetle duydum. ondan sonra türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. benim hayatta yegane fahrim, servetim, türklükten başka bir şey değildir."

    demiş büyük insan.

    aramızdan ayrılışının 85. yılında hala bu vatan için dimdik ayakta savaşmaya devam ediyor.